Kurtuluş Savaşı’nda erkeği ile omuz omuza mücadele vererek İstiklal Zaferimize adlarını yazdıran; çağdaş Türkiye’nin simgesi ve Cumhuriyetimizin en büyük güvencesi olan Türk kadınına Yüce Atamız tarafından seçme ve seçilme hakkı tanınmasının 79. yılını içtenlikle kutluyorum.
İnsan hakları yeryüzünde eşit olarak yaşayan bütün bireylerin birbirlerine karşı yalnız insan olmaktan kaynaklanan görevleridir. İnsan haklarından, insanın insan olmaktan kaynaklanan tüm hakları anlaşılmaktadır. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi de bu çerçevede cins, dil, din, siyasi, milli veya sosyal köken, servet, doğuş veya diğer herhangi bir fark gözetmeksizin, insanın insan olması nedeniyle her insan tarafından yararlanılabilen haklara “insan hakları” denmektedir.
Hak kavramı insanın salt insan olmak sıfatıyla sahip olduğu özgürlükleri ve olanakları, insanın değerini ya da onurunu meydana getirmektedir. İnsanın insan olmasından kaynaklanan hakların ihlali veya inkarı demek, insanlıktan, insan olmaktan vazgeçmek demektir. Evrensellik, eskimezlik, değişmezlik, üstünlük, devredilmezlik insan hakları kavramının temel özellikleridir. 18.yüzyılda kadın hakları savunucuları, Batı'da kökten etkiler yaratan hareketin içindeydiler ve erkeklerle birlikte eşitlik ve özgürlük mücadelesi veriyorlardı.
Bu mücadele 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve 1789 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'ni doğurmuştur. 19. ve 20.yy'da, mücadele hukuksal alandaki eşitlik söyleminden çok hayatın her alanında yapılan cinsiyete dayalı ayrımcılığın kaldırılması noktasına yönelmiştir.
Toplumsal yaşamı, özel alan (ev içi-aile ortam) ve kamusal alan (ev dışı-çalışma ortamı) biçiminde 2 bölümde inceleyebiliriz. Kadın kendisini insan olarak ve üretimin bir parçası olarak ifade etmek istemektedir. Bu bağlamda kadın özel alana ait görülmek istememekte ve yaşamlarının devlet tarafından tam güvenceye alınmayışından dolayı mücadele etmektedir.
Kadın İlkçağ Orta Asya Türk devletlerinde önemli ve saygın bir konuma sahipti. Kadın sadece ev içinde değil, dış alanda hatta yönetimde bile önemli bir pozisyona sahipti. Ancak Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı Devleti dönemlerinde kadının sorumluluğu eve yönelmiş ve dışarıdan soyutlanmıştır. Burada Ortadoğu alışkanlıklarının ve Bizans geleneğinin negatif etkisini görmek mümkündür. Bu durum Tanzimat’la birlikte gelişen özgürleşme ve eğitim talepleriyle değişmeye başlamıştır. Tanzimat dönemi yazarlarından Hüseyin Rahmi Gürpınar, Halit Ziya Uşaklıgil ve Namık Kemal, 19.yüzyılın sonlarına doğru “Hanımlara Mahsus Gazete” adıyla çıkardıkları gazetede kadın sorunlarına çözüm üretmek ve bu hususta kamuoyu oluşturmak istemişlerdir.
2. Meşrutiyet döneminde birçok kadın derneği kurulmuştur. İlk kadın derneklerinin daha çok hayırsever amaçlarla kurulmuş olduğunu görmek mümkündür. 1917 tarihli Hukuk-u Aile Kararnamesi ile kadınlara boşanma ve poligamiye karşı bazı haklar tanınmış, evlenmelerde her dinden teba(topluluk) için devletin kontrolü şart koşulmuştur. Ancak yasa 1919 Haziranı'nda yürürlükten kaldırılmıştır.
1.Dünya Savaşı’nın yarattığı ortam bütün dünya da olduğu gibi ülkemizde de kadınların geleneksel rollerinde zorunlu bir değişimi ortaya çıkarmıştır. Savaşın çok kısa bir sürede topyekün bir savaşa dönüşmesi erkeklerin cepheye gitmesini kalan alanlarda ve geri hizmetlerde kadın gücüne ihtiyaç duyulmasına yol açmıştır. Gündelik hizmetlerin yanında askerlerin ihtiyaçlarını karşılamak için açılan yeni fabrikalarda kadın işçiler istihdam edilmiştir.
Atatürk’ün Türk toplumunu çağdaş uygarlık seviyesine ulaştırmak gibi büyük amacının iki önemli yönü vardır; Birincisi, gelenekçilik tutumunu yok etmek, ikincisi de bu seviyeye uygun kuralları, kurumları, örgütleri yerleştirmek, toplumun yeni kuşaklarını buna göre yetiştirmektir. Bu anlamda Cumhuriyet dönemi gelişmeleri bir yenilenme arayışı olarak adlandırılabilir.
Atatürk, Türk toplumunun temeli kabul ettiği aileye ve ailenin de direği olarak gördüğü kadına, çok büyük önem vermiştir. Atatürk, ailenin bireylerine bireyler arası ilişkilerine ve bu bireylerin huzur ve mutluluğuna eğilerek onları eğitimde ve iktisatta çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarmaya çalışmıştır. Özellikle hukuk alanında kadınlara geniş haklar tanımıştır.
Atatürk, 1923 yılında “..Şuna inanmak lazımdır ki dünya yüzünde gördüğümüz her şey kadının eseridir” ya da “ ..toplumun başarısızlığının asıl sebebi kadınlara karşı olan bilgisizlikten ileri gelir, bir toplumun bir organı faaliyette iken diğer bir organı işlemez ise o toplum felç olur” derken kadın haklarına evrensel ve geniş açıdan bakış açısını yansıtmaktadır.
3 Mart 1924 tarihinde yürürlüğe konulan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, kadın nüfuza ilkokul, ortaokul ve yüksekokul öğreniminin kapılarını açmıştır. Bunun anlamı cinsiyet ayrımı gözetilmeden eğitimde eşitlik olanağının yaratılmasıdır.
Türkiye Cumhuriyeti'nin siyasal haklar açısından ulusçu ve çağdaş uygarlıklar seviyesinin üzerine çıkma emeli, kadının konumunun güçlendirilmesi ile mümkündür. Halide Edip Adıvar, toplumsal kadın tipi için "Ulusu için yararlı olmaya çalışan, siyası alanda erkeklerin yanında yerini alan, buna karşın müşfikliğinden kaybetmeyen, ağırbaşlı, arkadaş, vatanının anası, halkçı kadın" tanımlamasını yapar. Bu durum kadının ancak toplumsal yaşamda ve yönetimde etkin katılıma sahip olması ile gerçekleşebilecektir.
Türk kadınının siyasal haklardan yararlanması da Atatürk’ün ileri görüşlülüğü ile dünya ülkelerinin birçoğundan önce olmuştur. 3 Nisan 1930 gün ve1580 sayılı yasayla Türk kadınının önce belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Daha sonra 26 Ekim 1933 gün ve 2349 sayılı kanunla da kadınlar köy ihtiyar heyetlerine ve muhtarlığa seçme ve seçilme haklarını elde etmişlerdir. Daha sonra 1934 tarihli ve 2599 sayılı yasayla milletvekili seçme ve seçilme hakkı tanınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti, 1900'lü yılların başında kadına seçme ve seçilme hakkı tanıyan Avusturalya, Kanada, o dönem Rus Çarlığına bağlı olan bir beylik olan Finlandiya, Avusturya ve ABD'nin ardından kadına yönetimde söz sahibi olma imkanı sunan ülkelerden olmuştur. Kadınlar, Fransa'da 1944'te, İtalyan'da 1946'da, Arjantin ve Meksika'da 1946'da, Japonya'da 1945'te, Çin'de 1947'de, Yunanistan'da 1952'de, Belçika'da 1960 ve İsviçre'de ise 1971'te seçme ve seçilme hakkına kavuşmuştur.
1935 yılında yapılan ilk genel seçimde de 18 kadın milletvekili Türkiye Büyük Millet Meclisine girmiştir. Bu kadın milletvekillerin 13’ü öğretmen, 2’si çiftçi, 1’i doktor, 1’i yazar, 1’si de ev hanımıdır. 1950 yılında çok partili demokrasiye geçildiği dönemde ise kadın parlamenter sayısı giderek azalmıştır.
Türkiye'de seçme ve seçilme hakkı elde etmesinin 79'uncu yıl dönümünde kadınlar, TBMM'de yüzde 14,4 oranında temsil edilmektedir. Dünya parlamentolarındaki kadın temsilini gösteren listede, Türkiye 91'inci sırada yer almaktadır.
İlk kez parlamentoya girdiği 1935 seçimlerindeki yüzde 4,5'lik oranın ardından Türk kadınının temsili 2002'ye kadar hep geriye gitti, 2002 seçimlerinde 1935 seviyesi olan yüzde 4,4'e yükseldi. Kadın milletvekillerinin TBMM'deki temsili 2007'de yüzde 9,1'e, 2011 seçimlerinde ise yüzde 14,4 ile Cumhuriyet tarihinin en yüksek seviyesine çıktı.
Türk kadınının, yerel yönetimlerde koltuk sahibi olmasının önünün açıldığı 1930 ile 2009 yılları arasında 17 yerel seçim yapıldı. Bu seçimlerde il belediye başkanlığına seçilen erkek sayısı bin 159, kadın sayısı ise 6 oldu.
İçişleri Bakanlığının geçen seneki verilerine göre, Türkiye'de 2 bin 950 belediye başkanı görev yapıyor. Yüzde 0,8'lik temsil oranıyla kadın belediye başkanı sayısı ise 26.
31 bin 790 belediye meclisi üyesinden bin 340'ı, 34 bin 275 köy muhtarından 65'i, 18 bin 607 mahalle muhtarından ise 429'u kadın. Bu veriler, belediye meclislerinde kadınların yüzde 4,2, köy muhtarlıklarında binde 2, mahalle muhtarlıklarında ise yüzde 2,3 oranında temsil edildiğini ortaya koyuyor.
Toplumsal fırsatların farklı toplum kesimleri arasında nasıl dağılacağı parlamento, hükümet ve politika belirleyen kamu kurumları gibi siyasal karar organlarında belirlenmektedir. Bu süreçlerde kadınların eksik temsili, sorunların çözümsüz kalmasına, devam eden eşitsizlikler ise kadınların eksik temsilinin sürekliliğine yol açmaktadır. Ancak, ülkemizde, kadın nüfusunun yaklaşık %40’ının sanayi, tarım ve hizmet sektörlerinin içinde yer aldığı ve uzmanlık gerektiren mesleklerde kadın oranlarının oldukça yüksek olduğu düşünüldüğünde Türk kadınının siyasette yeteri kadar temsil edilmediği de bir gerçektir.