Osmanlı Devleti döneminde Astronomi bugünkü kadar gelişmediğinden Ramazan’ın ne zaman başlayıp biteceği günümüzdeki gibi aylar öncesinden belli olmazdı. Ramazan’ın başlangıcını belirlemek için halk, açıklık yerlerde gökyüzüne takip ederek yeni ayın doğuşunu beklerlerdi. Yüksek yerlere gönderilen devlet görevlilerinin veya halktan bazı insanların hilalin göründüğünü, yani yeni Ay’ın doğduğunu söylemesiyle Ramazan ayı başlardı. Hilali görmek yetmezdi, şahit de istenirdi. Hilali görenler hemen şahitlerini de bularak mahkemeye giderek durumu bildirirlerdi. Bu konuda iki kişinin şahitliği gerekirdi. Durum araştırılır, denilen doğru çıkar da Ramazan’ın başladığına veya bitip de bayram olduğuna karar verilirse haberi getirenler ve şahitler yüklü miktarda ödül alırlardı.
Ramazan ayının başlangıç ve bitişini, Kadir gecesinin ne zaman olduğunu tespit etmek İstanbul Kadısı’nın göreviydi. Onun görevlendirdiği insanlar özellikle minarelerden hilali gözetlerlerdi. Hilali gördüklerinde şahitleriyle birlikte kadının huzurunda mahkeme kurulurdu. Hilali görenler ‘şu saatte gördüm. Bu gece Ramazan’ın başlangıcıdır. Şahadet ederim’ dedikten sonra şahitlerin de ifadeleri ile durum kesinleşince Ramazan başlamış olurdu. Bütün bu işler gizlilik içerisinde yapılır durumla ilgili bir bilgi dışarıya sızdırılmazdı. Bu sırada Ramazan’ın başladığını halka duyuracak mahyacılar mahkemenin dışında beklerlerdi. Ramazan ayının başlangıcı bu şekilde tespit edildikten sonra durum Bâbıali’ye, oradan da padişaha bildirilirdi. Padişahın onayından sonra Ramazan’ın başladığı halka duyurulurdu. Cami minarelerinde kandiller yakılarak durum halka ilân edilirdi.
Ramazanların en gösterişli eğlenceleri hiç şüphesiz ki ışık oyunlarıydı. Şehrin çeşitli yerleri özel kandillerle aydınlatılır, konak sahibi İstanbullular evlerinin önlerini ışıklandırırdı. Fakat insanların dikkatini en çok celbeden ve büyük bir eğlence kaynağı olan ise bazı Selâtin camilerinin minarelerinin arasına iple kandiller asılarak, yazı ve şekillerden oluşturulan mahyalardı. İlk kez I. Ahmed zamanında Sultanahmet Camii minarelerine asılan mahya, insanlar üzerinde bıraktığı etki ve karşılaştığı beğeni dolayısıyla giderek daha çok camiye asılır olmuştu. Süleymaniye, Yenicami, Atik Valide derken İstanbul’un çift minareli camilerinin hemen hepsine mahya asılır olmuş; eski İstanbul’da mahyacılık da gözde bir zanaat haline gelmişti. Mahyalardaki yazılar genellikle dini içerikli olur, zaman zaman dönemin ruhunu yansıtan ifadelere de rastlanırdı. Yazı yerine kimi zaman resimler de asılırdı. En çok rastlanan yazı “Hoş Geldin Ya Şehr-i Ramazan” idi. Ramazan sona ererken de “el-Firak” ya da “Elveda” gibi yazılar yazılırdı. Balkan Harbi ve I. Dünya Savaşı yıllarında mahyalarda “Hilal-i Ahmeri Unutma”, “Hubbü’l Vatan Mine’l İman” gibi ifadelere rastlamak mümkündü. Ramazanda insanlar, selâtin camilerinin avlularında açılan sergileri gezerlerdi. Bu sergilerde çeşitli ülkelerden getirilen kumaşlar, baharatlar, birbirinden leziz şekerlemeler, tesbihler, ağızlıklar gibi ürünler satılırdı. Bu faaliyetler şehrin ticari hareketliliğine de katkı sağlardı.
Osmanlı’da oruç açmak büyük törendi. Ne yemek yapılacağı, neyin ne zaman sofraya geleceği ve hangi yiyeceğin ne zaman sofrada yeneceği belliydi. Sarayda iftar yemeği mutlaka çorba ile başlardı. Et veya tavuk suyuna şehriye, veya hindi derisiyle hafif sirke ve sarımsaklı tuzlama çorbasını "Yumurta-yı Hümayun" takip ederdi. Topkapı Sarayı'ndaki iftarda padişaha Yumurta-yı Hümayun ikram edilmesi ve onun bunu yemesi Osmanlı hanedanı geleneklerindendi. Bunun için önce halka halinde kıyılmış soğan Halep yağında pembeleşene değin kavrulur sonra ince dilimlenmiş tütünlük pastırma ilave edilip biraz da su katılarak pişirilirdi. Yumurtaya yeteri kadar şeker ve sirke ile de bir iki taşım kaynatıldıktan sonra açılan yuvalara günlük yumurta kırılıp kapağı kapatılarak kaskatı olmayacak derecede pişirilirdi. 1850’li yıllarda padişahlar Dolmabahçe Sarayı'nda ve Yıldız Sarayı’nda oturdukları zamanlarda bile Kadir geceleri mutlaka Topkapı Sarayı'na gelip burada iftar ederek yatsı ve teravih namazlarından sonra yapılan Kadir Gecesi dua törenine katılır ve bazen de o gece orada kalırlardı.
Osmanlı sofralarında su yerine şerbet ve hoşaf içilirdi. Saray mutfaklarında halkın tükettiği bulgur yerine pirinç, bal- pekmez yerine şeker, esmer ekmek ve yufka yerine beyaz mayalı ekmek çeşitleri tüketilirdi. Koyun ve kuzu eti tercih edilirdi. Bundan sonra sıra çöp veya fırın kebabı, kıymalı veya peynirli ya da ıspanaklı kol, veya bohça böreği, ya da talaş kebabına gelirdi. Bunu ise elmasiye, muhallebi, güllaç gibi karışık hafif sütlü tatlılar takip ederdi. Bundan sonra ekşili bamyanın sofraya konması yemekte birinci bölümün bitip ikinci bölümün başladığını gösterirdi.
İkinci bölüm, fırında tavuk veya hindi ile başlardı. Bunlar, fıstıklı, üzümlü, kestaneli ciğerli, katılı ve baharlı ala iç pilavı ile doldurulurdu. Bundan sonra bol etli mevsim sebzeli, yine mevsimine göre zeytinyağlı barbunya enginar, imambayıldı, taze veya çalı fasulye vb. yemekler gelir, nihayet ortaya gerçek amberbu(hoş kokulu İran pirinci) pirinçten, kat kat bıldırcınlı, beyinli, Vakfıkebir tereyağı ile pişmiş tepeleme pilav tepsisi gelirdi. İftar ziyafeti geleneksel olarak cevizli, fıstıklı veya kaymaklı baklava ile son bulurdu.
Fatih Sultan Mehmet, yemeğini yalnız yemeyi tercih ederdi. Padişah en çok karides, tavuk ve balık severdi. Onun için pişen yemeklerde en çok yumurta kullanılırdı. Örneğin, tavuk kızartmasında, özel lapa ve peynirli pidede en çok harcanan yumurtaydı. Fatih`in padişah sofrasında yenen etler koyun, tavuk, kaz, baş, paça ve işkembeydi. II. Abdülhamid'in en çok sevdiği yemek soğanlı yumurtaydı. Soğanlı yumurtayı kim iyi yaparsa o ödüllendirilirdi. Soğanlı yumurtanın yapılması, pişirilmesi çok büyük bir marifet gerektirir, pişirilmesi üç buçuk saat sürerdi.
Ramazan ayı geldiğinde, saraydan padişahın özel ikramı olmak üzere Ramazan boyunca her gün on bin kişilik yemek dağıtılırdı. Yalnızca etli pilav için günde 50 koyun, 4 sığır kesilirdi. 60 aşçıbaşı, 200’e yakın yamak ve bir o kadar da hizmetli bu iş için görev yapardı. Padişahtan başka vezirler ve zenginler de nafaka yarışına girerlerdi. İftar vakti konaklarının kapısını açık tutarlar, davetli davetsiz her gelene iftar yaptırırlardı. Yine zengin kişiler büyük camilerin avlularında iftariyelikler dağıttırırdı. İstanbul’un bütün evleri, herkesin kudretine göre birer Dârü’t-Tabak (Ziyâfet evi) hâline gelirdi. Herkes akraba ve dostlarını evine iftara davet eder, ikramlarda bulunarak kudretince ziyafet vermeye çalışırdı.
Büyük devlet adamlarının konaklarında Ramazan akşamları büyük hazırlıklar yapılır, süslü ve mükellef sofralar kurulurdu. Büyük konaklarda ev sahibi için hazırlanan sofradan başka, her günkü gibi kâhya odasına, divan efendisi, kitapçı, mühürdar ve imam efendi odalarına da zengin sofralar kurulur, gelen misafirler rütbelerine göre buralara alınırdı. Hane sahibinin her akşam kurulan sofrasına Ramazana özel ekmeklerin yanında uzun yumuşak pideler, çeşitli küçük halka çörekler, gümüş veya değerli bir tepsiye çeşitli meyvelerden yapılmış reçeller, sucuk, pastırma, peynirler ve bilhassa hurma ile çeşit çeşit zeytinler konurdu. Tepsinin ortasına elmastıraş denilen bardak içinde Mekke’den getirilmiş zemzem suyu konurdu. En değerli yemek takımları, sırmalı havlular, gümüş leğenler iftar yemeklerinin olmazsa olmazlarındandı.
İftar vaktine yarım saat kala odanın uygun bir köşesine konmuş ödağacı veya buhur, ya da anber yakılır, odanın kapısı çekilirdi. Akşam ezanına çeyrek kala hane sahibi yemek odasına girer, ayakta kendi sofrasına alınacak misafirlerin gelişini bekler, onları karşılar, herkes sofrada yerini alırdı. İmam, Kur’an-ı Kerim’den âyetler okumaya başlar, herkes sessizce dinlerdi. Bu arada vaktin geldiğini bildiren top da atılmış olurdu. Önce zemzem suyu içilerek oruçlar açılır, iftariyelik denen reçeller ve çöreklerden yemeye başlanırdı. Zenginler yemekte iki çeşit çorba ve saray usülü yumurta, en az üç çeşit tatlı, iki çeşit börek ve hoşaf ile beş-altı türlü sebze bulundururdu. Sofraların meşhur tatlıları baklava, samsa, revani, şekerpareydi.
Ramazan ayında Osmanlı Sarayının özel davetleri de olurdu. Ramazan’ın ilk on gününde Padişah, ayan ve mebusan meclisi başkanlarıyla bakanları saraya iftar için davet ederdi.
Osmanlı üst düzey devlet adamlarının ve zenginlerin evlerinde özel davetler verildiği gibi, kapıları her gece dost ve misafirlerine de açık olurdu. Bu davetsiz misafirler, derece ve itibarlarına göre kâhya ve divan efendisi ve mühürdar gibi kişilerin odalarına alınır, iftar yaptırılır, onlara da mükellef iftarlıklar, tatlılar, börekler ve her türlü yemek verilirdi. Gedikli ağalarla diğer ağalara, kavas ve aşçılara ve evdeki diğer hizmetlilere ayrı ayrı sofralar kurulurdu. Konağın alt katına da iftara gelen mahalle bekçisi, sakası(sucusu), amele ve diğer fakirler için onar kişilik en az üç-dört sofra hazırlanırdı. Bu misafirler kahvelerini de içtikten sonra hazinedar ağa onlara diş kirası adı altında bir miktar atıyye (bahşiş) verirdi. Fatih dönemi sadrazamlarından Mahmut Paşanın sofrasında oruç açanlar, “diş kirasına” ilaveten her akşam mutlaka ikram edilen nohutlu pilavın gelmesini dört gözle beklerdi, dişlerine takılma ihtimali olan sert bir sahte nohut yakalama ümidiyle… Çünkü Paşa, kazanlarda pilav pişirilirken pilavın içine nohut biçimi verilmiş altınlar atardı. Bu altın nohutların dişe takılma ihtimali olduğundan bu hediyeleşmeye “diş kirası” dendi.
Davetli misafirler de kahvelerini içer, bir kısmı yatsı namazı vakti yaklaşınca gitmeye başlardı. Bunlar arasında mahallenin imamı, müezzini ve muhtarı gibi kişilerle diğer komşu ve mahalle halkından atıyye(bahşiş) verilmesi gerekli olan kişilere de yine ayrı ayrı diş kiraları verilirdi. Hane sahibi tarafından maiyetinde bulunanlara veya arzu ettiklerine Ramazan hediyesi adı altında saat bile verildiği olurdu. Yatsı namazı vakti gelince hane sahibi ile kalanlar hep beraber teravih namazı kılarlar, daha sonra biraz sohbet eder ve dağılırlardı.
Osmanlı halkı arasında, Ramazan gelmeden önce tatlı bir telaş başlar ve hazırlıklar yapılırdı. Komşu ve akrabalar bir araya gelerek imece usûlüyle mevsimine göre erişteler, turşular, konserveler, reçeller yaparlardı. Birçok yörenin kendine özgü yemekleri iftar ve sahur sofralarını süslerdi. Bilhassa komşular birbirlerine yemekler gönderirlerdi. Böylece her komşunun sofrası zenginleşirdi. Osmanlı halkı ise iftar sofrasında orucunu iftariyeliklerle açardı. Çeşit çeşit peynirler, siyah ve yeşil zeytinler, farklı kaplarda gelen rengarenk mis kokulu reçeller, pastırma, hurma ve ekmek yerine bir Ramazan klasiği olan pide, iftariyeliklerin olmazsa olmazlarındandı. İftariyeliklerin ardından akşam namazı eda edilir, daha sonra yemeğe oturulurdu. Önce çorba servise sunulur ve çorbalar bitirildikten sonra 40 tabaktan fazla et, sebze, balık yemeği padişahın sofrasını donatırdı. Ramazanın baş tatlısı olan güllaç ve bunun gibi pek çok tatlı ana yemeklerden sonra afiyetle yenirdi. Tüm bu yiyeceklerin pişirilmesi, sofraya getirilmesi, sofradan kaldırılması adabına göre gerçekleştirilir, sofraya hizmet eden de sofradan yemek yiyen de iftara hürmet gösterirdi. Yemekten sonra teravih namazı için camiye gidilirdi. Cami çıkışında hayır ehli kimseler, cemaate mevsimine göre çeşitli ikramlarda bulunurdu. Yazın soğuk şerbetler, kışın sahlep gibi sıcak içecekler ikram edilirdi.
Köylüler ise, karşılıklı iftar davetleri yapılarak aileler, komşular, arkadaşlar ve akrabalar arasındaki birlik ve muhabbet artardı. Köy odalarında bir araya gelerek sohbet ederlerdi. Bazı yörelerde Ramazan ayında evlerde toplanılarak şiirler, maniler okunurdu. Ayrıca köyün yaşlıları, gençlere eski hikâyeler anlatırlardı.
Oruç, çocuklar için büyük bir heyecandı. Anadolu’nun bazı yerlerinde ilk defa oruç tutan çocuklara çeşitli hediyeler verilirdi. Bazı yerlerde de çocukların oruçları satın alınarak oruca teşvik edilirdi. Tam gün oruç tutamayacak kadar küçük olan çocuklara öğle vakti oruçları açtırılır ve buna da “tekne orucu” denirdi.
Halk, elinden geldiği kadar medreselere, tekkelere yardımda bulunur, buralarda kalan talebeleri ve dervişleri evlerine davet ederek bir Müslümana iftar ettirebilme heyecanını ve sevincini yaşardı. Saraydan da padişahın özel ikramı olmak üzere Ramazan boyunca her gün on bin kişilik yemek dağıtılırdı. Yalnızca etli pilav için günde 50 koyun, 4 sığır kesilirdi. 60 aşçıbaşı, 200 kadar yamak ve bir o kadar da hizmetli bu iş için görev yapardı. Padişahtan başka vezirler ve zenginler de nafaka yarışına girerlerdi. İftar vakti konaklarının kapısını açık tutarlar, davetli davetsiz her gelene iftar ettirirlerdi. Yine zengin kişiler, büyük camilerin avlularında iftariyelikler dağıttırırdı.
Emekli devlet adamları, fazla hizmet ve meşguliyetleri olmadığından öğle namazlarını cemaatle camide kılmak için erkence konaklarından çıkar, namaz kıldıktan sonra bir süre camide kalır, ibadetle meşgul olurlardı. Dışarı çıktıklarında, gördükleri fakirlere atıyyeler(bahşişler) vererek yardımda bulunurlardı. Yardım ve bahşişlerin açıktan verilmeyip bir zarfa konması veya en azından bir kâğıda sarılarak verilmesi büyüklerin âdetlerindendi. Aynı zamanda “veren elle alan elin birbirlerini görmeden” ve ihtiyaç sahibi kişilerin mahcubiyetini ortadan kaldıran “Askıda” geleneği o günlerden günümüze kalan çok güzel bir gelenektir.
Ramazan mahalle bekçisinin davuluyla ilan edilir, sahurda da yine halk davulla uyandırılırdı. Eskiden davulcular zarif insanlardı. Hem davul çalar hem de duruma uygun mani söyler ve bahşiş beklerlerdi. En çok söylenen manilerden biri şöyledir:
Yeni Cami direk ister
Söylemeye yürek ister
Benim karnım toktur amma
Arkadaşım börek ister
Divan şairleri de bu ayın faziletini ve yüceliğini anlatan ve edebiyatımıza Ramazaniyye adıyla girmiş kasideler yazarlardı.
Gözleri de karnı da doyuran iftar sofrasına nazaran sahurda Osmanlı halkı, mideyi yoracak et yemeklerinden ziyade, karnı bütün gün tok tutacak hamur işleri, pilav ve vücudun şeker ihtiyacını karşılayacak kurutulmuş meyvelerden yapılan hoşaflar yerdi.
Büyük konaklarda ise sahur yemeği, suyu alınmış söğüş et veya ızgara köftesi ve donmuş paça, özel yapılmış simitten makarna, hafif tatlılardan sütlaç, muhallebi, ayva ve elma tatlısı, hoşaf ile uygun sebzelerden ibaret olurdu. Sahura kalkmak bütün çocukların hoşuna gittiğinden annelerine, kendilerini uyandırmaları için akşamdan ısrarla ricada bulunurlardı.
Bu büyük konaklara geceleyin de sahur yemeği için fukara gelir, onlara ayrılan sofralarda yemekler yedirilirdi. Ancak gelen fakirlerin çoğu İstanbul’un uzak semtlerinde oturdukları için sahur yemeğini konakta yemez, matbaha(mutfağa) gider, arkasında taşıdığı zembilindeki(sepetindeki) kaplara akşamdan kalan yemeklerden koyup dönerlerdi. Yakında oturanlar sahura kalırdı. Kışın sahur vakti çok geç olurdu. Böyle zamanlarda misafir gelecekse sahura yakın gelir, ev sahibi ve ev halkı da üç-dört saat kadar biraz uyurdu. Kış günleri uykudan kalkarak soğuk odada yemek yemek zor olduğundan yemek yenecek odalar daha önce mangallarla ısıtılırdı.
Birçok seyyah, İstanbul ve Ramazan gözlemlerini aktarırken bu ayda camilerin dolup taştığına dikkat çekmektedir. Gündüzleri başta Eyüp olmak üzere İstanbul’un belli başlı türbeleri, geceleri ve bilhassa teravih namazlarında camiler mahşeri kalabalıklara sahne olurdu. Ramazan Ayı’nda camiler her zamankinden farklı olarak sabaha dek açık kalırdı. Bazı Müslümanlar bu ayda, itikaf adı verilen cami içinde bir tür manevi inzivaya çekilme ibadetini gerçekleştirirlerdi. Ramazan Ayı’na has ibadetlerden bir diğeri de camilerde, büyük konaklarda ve bazı evlerde mukabele okunmasıdır. Ay boyunca güzel sesli hafızların okuduğu Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayı sonuna gelindiğinde hatmedilmiş olurdu.
Osmanlılar, Ramazan ayını bir ibadet ve arınma olarak düşünmenin yanı sıra İslam ölçülerine uygun bir eğlence kültürü de oluşturmuşlardı. Teravih namazından sonra, insanlar ellerinde fenerlerle, güle eğlene, Ramazan'ın ibadetlerini yerine getirmiş olmanın iç rahatlığıyla, Direklerarası'nda eğlenmeye giderlerdi. Direklerarası, bugünkü Şehzadebaşı bölgesinde, özellikle Ramazan aylarında halkı eğlendirmek amacıyla, boş alanlara dikilen direklere gerilen çadırların ortasında yapılan eğlencelerdi. Direklerarası eğlenceleri, eski İstanbul'un eğlence hayatının kaynaştığı en canlı ve hareketli yer olmuştu. Direklerarası’nda Meddah, hokkabaz, kanto, tüluat tiyatrosu, göz boyamacılar (sihirbazlar), halka oynatıcılar, Karagöz ile Hacivat, cambazlar, ateş yutan adamlar, dev adamların gösterileri sergilenir ve musiki fasılları dinlenirdi. III. Ahmet zamanında Direklerarası’nda ilk defa cambaz gösterileri yapılmıştır. Bayezid Cami avlusunda sergi hazırlığı başlar; tespihçiler, hacıyağcılar, antikacılar, vs... Şimdiki İstanbul Üniversitesi Fen fakültesi önünden Direklerarası’na kadar olan kısımda çaycılar semaverlerini doldurmuş iftar sonrası gelecek müşterilerini beklerdi. Önceleri yalnızca Şehzadebaşı ve çevresinde kurulmuş olan ve adı Direklerarası olan bu eğlence yerleri, yalnızca Müslüman halka hizmet vermiş, zamanla Beyoğlu’na kayan eğlence yerleri ise daha çok gayrimüslimlerin mekânı haline gelmişti. Meddahlar, kıraathanelerde Ramazan ayı boyunca her akşam şimdiki televizyon dizileri gibi zincirleme hikâyeler anlatırdı. Halk hikâyenin gerisini öğrenmek için her akşam aynı kıraathaneye giderdi. Gece geç saatlere kadar süren ortaoyunu, meddah, Karagöz-Hacivat gibi oyunların seyrinden sonra insanlar, selâtin camilerin avlularında açılan sergileri gezerlerdi. Bu sergilerde çeşitli ülkelerden getirilen kumaşlar, baharatlar, birbirinden leziz şekerlemeler, tesbihler, ağızlıklar gibi pek çok ürün satılarak şehrin ticari hareketliliğine de katkı sağlanırdı.
Toplumun yüksek kültürünü oluşturan en önemli Ramazan geleneklerden biri de arife gününde Osmanlı sultanlarının ramazan öncesinde kutsal emanetleri ziyaret etmesiydi. Hazreti Muhammed’in vasiyet ederek Veysel Karani’ye hediye ettiği hırkanın bulunduğu Hırka-i Şerif’e arife günü gitmek Osmanlı Sarayı için en önemli dini törenlerden biriydi. Bu dini törenin hemen ardından saray sultanlarına çeşitli aşçıların hazırladığı soğanlı yumurtalar ikram edilirdi. Her bir soğanlı yumurtayı tek tek tadan sultanlar, aşçıların ustalıklarını lezzet testine tabi tutardı. En beğenilen soğanlı yumurtanın aşçısı, ramazan ayı boyunca sultanın yemeklerini pişirmeye hak kazandırılarak ödüllendirilirdi. İslam dininin değil ama bir Osmanlı Saray geleneği olan bu yemek, günümüzde bile iftar sofralarının olmazsa olmazları arasında yer almaktadır.
'Ramazan Tenbihnamesi', padişah tarafından Ramazan'a yönelik yayımlanan fermandır. Vaizler aracılığıyla camilerde, tellallar sayesinde mahalle ve hanlarda duyurulan tenbihnamelerde, gündelik hayatla ilgili yapılması gerekenler de yer almaktadır. Ramazan ayına yönelik hazırlanan fermanda, Türk toplumunun temel besin maddelerinden biri olan ve 'Nan-ı Aziz' diye nitelen ekmeğe, Osmanlı döneminde de büyük bir önem verildiği belirlenmiştir. Günlük hayatta da üzerinde durulan ekmek üretimindeki hassasiyet Ramazan-ı Şerif'te ise daha da artmış, kullanılacak buğdayı ve keresteyi bizzat padişah seçmiştir. Üretilecek ekmeğin gramına hatta tuz miktarına da padişah karar vermiştir. Ekmek kızarmamış, rengi esmer, tam pişmemiş veya gramajı düşük olmuşsa, tadı lezzetli değilse fırıncı çok ağır cezalara çarptırılırdı. Padişahın ekmeği beğenmesi durumunda ise halk için üretim başlar ve o ekmek Ramazan ayında halkın sofrasına konulmuş olurdu. Ekmeğin yanında, Ramazan çörekleri ve simitleri de Ramazan ayında fırın tezgâhlarını süslerdi.
Halka duyurulan tenbihnamelerde, Ramazan ayı süresince sokak ortasında bir şey yenilip içilmemesi gereği, Ramazan ayında namazların mümkün mertebe cemaatle kılınması, ibadetle meşgul olunması ve herkesin gereken hassasiyeti göstermesi telkin edilmiştir
Ramazan'da halkın sıkıntıya uğramaması için devletin üzerinde durduğu en önemli mesele yiyecek sıkıntısı çekilmemesi ve gıda fiyatlarının artmaması idi. Ramazan ayı dolayısıyla gıdaların satılacağı fiyatlar devlet tarafından belirlenir ve bu fiyatların üzerinde satış yapılmaması için görevliler teftişlerde bulunurlardı. Devlet tarafından tespit edilmiş gıda fiyatları bir liste hâlinde bastırılarak dağıtılırdı. Üzerinde en çok durulan iki yiyecek vardı: Ekmek ve et. Önemli bir diğer gıda maddesi olan etin üzerinde de sıkı sıkı durulurdu. Osmanlı döneminde en çok tüketilen et koyun eti idi. Sığır eti lezzetli olmadığı için kullanılmazdı. Tavuk da kısmen kullanılırdı. Halkın Ramazan'da artan et ihtiyacının karşılanması ve et sıkıntısı çekilmemesi için özellikle Trakya'dan İstanbul'a koyun getirtilirdi. Yiyeceklerle ilgili zam yapılması gereken bir durum varsa, uygulanmaz, zam Ramazan ayından sonraya ertelenirdi.
Padişahlar Ramazan ayında, halkın ihtiyaçlarını öğrenmek ve mahallelerde nelerin yolunda gidip gitmediğini bizzat görmek için tebdil-i kıyafet yaparak gezerlerdi. Ekmek, et, yağ, mum ve benzeri ihtiyaçlarla ilgili dükkanları gezen padişahlar, fırındaki ekmeğin gramajını, narh fiyatlarına uyulup uyulmadığını da kontrol eder, düzeltilmesi için derhal emir çıkarırdı.
Osmanlı’da sosyal dayanışmanın parçası ve fakirlerin umut kapısı olan sadaka taşları taş bloklardan oluşan, genellikle cami veya türbe köşelerinde bulunan, ortası çukur, bir buçuk-iki cm yüksekliğinde taşlardı. Fakirler dilenmekten, zengin kişiler ise riya ve gösterişten çekindiği için sadakalarını bu taşlara koyar, fakir kişiler de gece vakti gelip ihtiyacı kadarını buradan alıp, geriye kalanını kendisi gibi bir başka fakire bırakırdı.
Osmanlı’da Ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları bölgelerdeki bakkal, manav vb. gibi dükkanlara girer, onlardan zimem defterini (veresiye defterini) çıkarmalarını isterdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele sayfaların toplamını yaptırıp, “Silin borçlarını… Allah kabul etsin” der, çeker giderdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi.
Ramazan ayına mahsus olan mahyalar (mahya kelimesi) Farsçada aylık manasına gelen “mahiye” kelimesinden gelir. Günümüzde elektrikle yazılan mahyalar, Osmanlı Devleti’nde son derece karmaşık ve zahmetli bir sanattı. Mahyacılar, Ramazanın her akşamına ayrı ayrı sözlerle mahya kurmak için gün boyu çalışır ve iftardan sonra yüzlerce kandillerden oluşan mahya iki saat yanardı. Ramazanın ilk günleri “Hoş geldin”, “Merhaba ya şehri Ramazan” nakaratlı güftelerle Ramazanın gelişinden duyulan sevinç terennüm edilirken son günleri “Elveda” nakaratlı ilahilerle Ramazan’a veda edilirdi. Müslüman halk, ikramlarını artırır böylece bu aya hürmet ederlerdi. Gayri müslimler de açıktan açığa yemek yemezler, onlar da bu aya ve Müslümanlara hürmet gösterirlerdi.
Ramazan ayının on beşinci günü muhteşem bir şekilde yapılan Hırka-i Saadet alayından sonra, Yeniçeri Ocağı’ndaki yeniçerilere baklava dağıtılırdı. Baklava Alayı denilen bu uygulamanın, tam olarak ne zaman başladığı bilinmese de, Yeniçeri Ocağı’nın ortadan kaldırılmasına kadar, bir gelenek olarak devam etmiştir.
Balıkhane nazırı Ali Rıza Bey, İstanbul'da Ramazan ayı ile ilgili şunlardan bahseder: ‘' Ramazanın ilanından sonra büyüğünden küçüğüne bütün Müslümanların sevinç içerisinde birbirlerini tebrik etmeleri adettendi. Büyük camilerin minarelerinde kandil uçurtmaları bulunurdu. Bu uçurtmalar iplerinin bir ucu minarelerin şereflerine, diğer ucu da cami avlusunun şerefeye karşı bir yerinde yüksek bir yere bağlanır, uçurtmacı teravih'ten sonra bunu uçurtmaya başlar, seyirciler cami avlusunda birikir, uçurtmacı da o sırada kandil ipini avluya bağlı olduğu yere kadar salıverirdi. Seyirciler de kandil kutusunun bir tarafına şeker veya kurabiye gibi şeyler koyup uçurtmacıya hediye gönderirlerdi. Camilerin hele Ayasofya camiinin kubbeye kadar olan kısmındaki kandiller ortadaki top kandillerle beraber yakılır, içlerinde de mahya kurulurdu.
Ramazanın ilk günü bütün devlet daireleri tatil edilir, gazeteler çıkmazdı. Ramazanlarda bütün resmi dairelere memurlar sıra ile devam ederlerdi. Kış ramazanlarında günler kısa olduğu için resmi daireler gece açık bulundurulurdu. İstanbul'da Avrupa'da olduğu gibi, gece hayatı olmadığından, yatsıdan sonra herkes evine uykuya daldığı halde, Ramazan geceleri halk sokaklara dökülür, kahveler, dükkanlar sahura kadar açık bulunurdu. Dükkanların içerisi hıca hınç dolu olurdu. Bunların kandilleri, fanusları, lambaları ile caddeler aydınlanır, bazı kahvelerin önüne resimlerle süslü ve kağıttan yapılmış fenerler konur, aileler Ramazan gecelerinde birbirlerine misafir giderlerdi. Bu sebeple ıssız olan sokaklar bile karşılıklı evlerin kafesleri arasından sızan ışıkla aydınlanırdı.
Geceleri sokakların aydınlık bulunması her hususta iyi olduğundan, çarşılarda bulunan dükkanların önüne kandil asılması ve kimseyi zorlamadan, istekli olanların evlerinin kapılarına fener asmaları 1846 yılında ilan edildiği gibi, 1856 tarihinde de Dolmabahçe Gazhanesinden Beyoğlu caddesine havagazı boruları çekilmek suretiyle bu cadde ışıklandırılmıştı. İstanbul – Üsküdar ve Boğaziçi köylerinin sulu gazla aydınlatılması için beher lambaya yirmi iki buçuk kuruş alınmak ve bu para mahalle imamları tarafından toplanmak ve Zabtiye veznesine teslim edilmek üzere 1864 yılında Mösyö Hirş adında bir ecnebiye taahhüt ettirilmişti. Ramazan gecelerinin başlıca eğlencesi, Karagöz, Orta oyunu, çalgı ve son dönemlerde tiyatro idi. Ramazan geceleri çarşı hamamları da açık olurdu.
Ramazan geceleri caddelerin kalabalığı, sahur vaktine kadar devam eder, herkes istediği yerde gezip, istediği eğlenceye giderek vakit geçirirdi. Büyükler de Vükela konaklarına(bakanların konakları)giderler ve karşılıklı birbirilerini konaklarda ziyaret ederek, vakit geçirirlerdi. Bu gibi toplantılarda ekseriyetle hoş sohbet misafirler de bulunur, böyle meclislerin eğlencelerine doyum olmazdı. En kalabalık yerler Aksaray, Divanyolu, Tophane, Şehzadebaşı, Direklerarası, Galata'daki Çeşme meydanı idi.
Camilerde mukabele okunmasına Ramazandan on beş gün önce başlanırdı. Halkımızın bazıları da sabah namazlarını büyük camilerde kılmayı adet ettiklerinden semtlere göre, Ayasofya, Beyazıt, Süleymaniye, Fatih, Eyüp camilerine giderlerdi. Ekseri halk sabah namazından sonra yatıp uyku ile günü geçirmek isterlerdi. Mamafih adet değişikliğinden dolayı önceleri kimi uyumaya çalışıp da, uyuyamadığından, gözleri kızarmış ve kimisi tiryakilik titizliği ile evde kavga çıkarmış olduğundan hiddetle sokağa fırlarmış. İlk günlerinde herkeste bir değişiklik meydana gelir, bazıları Ramazan'ın intizamı bitimiyledir derlerdi.”
KAYNAKÇA
Abdülaziz Bey, Osmanlı Âdet, Merasim ve Tâbirleri, İstanbul 2000.
Afyoncu,Erhan, “Padişahlar ve Ramazan”, http://www.bugun.com.tr/padisahlar-ve-ramazan-yazisi-736193
Afyoncu,Erhan, “Şeyhülislamların Ramazan Fetvaları”, http://www.yazaroku.com/sanat-kultur/erhan-afyoncu/21-07-2013/seyhulislamlarin-ramazan-fetvalari/596568.aspx
And, Metin, 40 Gün 40 Gece Osmanlı Düğünleri, Şenlikleri, Geçit Alayları, Toprakbank Yayınları, İstanbul, 2000.
Döğüş, Necati, Arşiv Belgeleri Işığında XIX. Yüzyılda DiniBayramlar.
Özdemir Nutku, "Bayram: Osmanlılar Dönemi",
Uslubaş, Tolga, Böyleydi Osmanlının Ramazanı, İstanbul,2006.
01 Ağustos 2013, 08:19
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.