Başlarken:
Bu şiir,
acıdan sevgililer yaratıp
sonra uluorta onlarla düzüşen
ekran soytarılarını yazmaz!
Bu şiir,
ruhlarını,
şöhret ve para için oracıkta satışa sunan
ve dünyanın en iğrenç rengine tempo tutan
ve bir o kadar da kötü kokan
bir mahkeme salonunda
lahmacun menüsüne aldanıp gelmiş,
hayalleri ceplerinde
yavşak kalabalıkları hiç yazmaz
Bu şiir,
benliklerini
ve dünyalıklarını
ayakkabı kutularında saklayan
ve bir anaya yavrusunu ömürboyu yasaklayan
ve ılıman iklimlerde
çift camlar arkasına gizlenmiş
sıcacık, 360 odalı otelleri olan
ve ikiz yalılarını bilmeden sahte pahalı tablolarla dolduran
ve uçakları, uşakları, ve puştlarıyla kameralar karşısında takla atan
ve salya sümük ağlayan
ve bilcümle sahte külliyatı
ve ardında bıraktığı safra ve harfiyatı yazmaz
Bu şiir,
gelişigüzel hadiseleri değil,
siz "öyle yaşayabilesiniz" diye sobasından odunu çalınmış
ve morarmış dudaklarından maviş memesi alınmış
ve parlak istatistiklerinize geçemeden daha
nazarınızda var olamadan ölüme yazgılanmış
ve iki metre beze sarılan
ve onbir kişiyle saf tutulan
cenazesi sadece yoksul bir kucakta kaldırılan
bir bebeğin hazin hikayesini
ve onun cennete varmazdan hemen önceki bedduasını yazar
İşte o şiirin bir kısmı:
Ayaz Bebe'nin Bedduası
Anne,
milli gelir denen zırvadan benim payım ne?
"yok" deme!
şu kırılmış camları yaptır payıma düşenle
tek odalı kerpiç damda üşüyorum anne!
El kadarken,
sırçaköşklere koydular da akranlarımı
beni sığdıramadılar şu yeryüzüne
Uzatsalar, kırkaltı numara bir kutuya sığardım öylece,
bak şimdi ölüyorum anne
...
Tanrım, kar tanesi gibiyim
kalbim yetmez oldu
morardı dudaklarım.
üşüyorum, ayaz çalıyor tenime
al beni sıcacık cennetine
yeter ki ısınsın parmaklarım
...
[@bilgeçağatay ya/saklı şiirler.]
Biterken:
Efendiler,
gülenin ağlayanın
yiyenin doymayanın
bakanın görmeyenin
ayakkabı kutularınızın canı cehenneme!