Öleceğim galiba! Gözlerimi kapatınca, aksakallı bir dede çıkıyor karşıma:”Gel yavrum!” diyor.”Gelmem.” diyorum.”Yavrum gelsene.” “Gelmem pis sübyancı!” diyorum. “Gel” diye ısrar edince, dayanamıyorum çıkıyorum karşısına…Önce sakalını çekiyorum, arkasına kıvrayıp boynunu büküyorum, üç puanı alıyorum.Nerde o eski soğuk algınlığı ilaçları!İlaçları da bozdular.Şimdiki ilaçların içince bir terliyor bir de kabus görüyorsun…
Üç deyince aklıma sayın büyüklerimizin tekrar yineledikleri “çocuk açılımı” projesi geldi. Bu projeyi hayata geçirecek kadar biyoloji, matematik temelimiz var, var da bu çocuklar ileride benden gemi, Amerika’da okul, iş, dolarlı askerlik isterse ne yapacağım? Bu faturaları ödemesi için kime göndereceğim?
Bir yağmur başlıyor. Terden sırılsıklam olmuş çamaşırlarımı kuru olanlarıyla değiştirip hızlı bir şekilde giyinerek yağmurluğumu da aldıktan sonra kendimi yollara vuruyorum. Doğa arada bir deklanşörüne basıyor, bütün kentin fotoğrafını çekiyor. “Fotojenik değilim, beni çekme!” diyorum. Az ötemde bir gümbürtü kopuyor, yıldırıma yakalanmamak için duvar diplerinden yürüyorum.
Dere, tekrar bizden intikam almadan onu ikna etmeyi düşünüyorum. Derenin intikamı ağır olurdu ya, onu karşıma alıp erkek erkeğe konuşmalıydım. Bu böyle olmazdı. Derenin kenarına ulaştığımda yağmurda hızını iyice arttırmıştı,dere uyuyordu.
Onu uyandırmak için eğilip büyük bir taş parçası alarak (dereye) fırlatıyorum.
İki-üç metre uzunluğunda bir bulanık su kütlesi yükselip önümde duruyor.
“Uyuyan derenin kuyruğuna basmaya utanmıyor musun? Ne istiyorsun?
“Hastayım, kısa kesiyorum. Bizimle ne alıp veremediğin var, bu intikam niye?” diye soruyorum.
Suyun içinden iri bir gülme sesi duyuluyor.
“Sana klasik bir yanıt vermeyeceğim, işin imar-iskan kısmını geçiyorum, al bunu seyret” diyor ve kayboluyor.
Suyun içinden küçük bir paket fırlayıp, gelip önüme düşüveriyor. Şehir karanlıkta, yerdeki paketi alıp eve geliyor, paketi açıyorum. Bu da ne? Paketin içinden bir bir veri diski(cd) çıkmasın mı?
Önce kendime üçü bir arada kahve hazırlıyorum, diski, disk okuyucuya yerleştirip “oynat” düğmesine basıyorum.
“ISKI’nin katkılarıyla hazırlanmıştır.” yazısından sonra bir güzel seyrediyorum, çok hoş bir çalışma. Filmde trilyonluk lale bahçelerini sel sularından kurtarmak isteyen bir yerel yönetici ile onun atı arasındaki arkadaşlığı konu ediliyordu.
Bir de filmin bir yerinde; adamın biri ata binmeye çalışıyor, at adamı ha bire yere düşürüyordu. Adam bir türlü ata binemiyordu.Burası çok ilginçtir!Filmin final sahnesinde ekrana bir at çıkıyor, aynen şunları söylüyordu:
“Derenin intikamı ağır olur, atın intikamı daha ağır olur. ”
Atın İntikamı-3
Şu hayvanlar ne garip yaratıklar…
Hayvan deyince aklıma geldi. Uluslararası büyük ilaç firmalarının sayesinde neredeyse nefret etmediğimiz hayvan türü kalmadı. Önce “deli dana”, ardından “kuş gribi”, bu da yetmezmiş gibi “kene vakası” bir de bütün bunların üstüne “domuz gribi.”Yakında yarışma sınavlarında şöyle bir soruyla karşılaşırsak hiç şaşırmayalım:
“Aşağıdakilerden hangisinin gribi yoktur?”
Çerkezköy Belediyesi’nin ilgili organı, Eylül ayının sonlarına doğru bir karar aldı. Bu karara göre fabrika işçi servisleri artık şehir merkezine uğramayacak, yan ve çevre yolları kullanarak personeli çalıştığı işyerlerine taşıyacak. Hayırlı olsun, akşam bindim servise, önce Kızılpınar’a, ardından istasyon mahallesine oradan SSK’ya derken Anfi tiyatroda: “Ben artık ineyim.”dedim. Hani yolda dolap beygiri ile karşılaşsak mesleğini elinden aldım diye bana tavır yapar.İş yorgunluğunun ardından yaklaşık bir saatte bütün bölgenin imar-iskan planını çıkartmak zor oluyor hani!
“Bu böyle olmaz.” dedim kendi kendime… İkinci gün servis şoförüne “ben bugün şehir turuna katılamayacağım, en yakın yerde beni indir.” dedim de dışarıda bardaktan boşanırcasına bir yağmur…20 dakika nasıl yürürüm bu yağmurda?”Ya şehir turu, ya yağmur, seç birini.” dedim kendime ve yağmuru seçtim. Hasta bir vaziyette o havada evin yolunu tuttum.Hastalığım ilerledi, o gece sağ kulağımda feci bir ağrıyla uyandım.Şimdi iki kulağım da yarım işitiyor, kendi sesimi tanıyamıyorum.Sanki biri beni seslendiriyormuş gibi, görüntü var ses yok! Aldığım ilaçların faturasını belediyeye gönderemedim ama; başkandan ricam, en azından hastalığım geçinceye kadar şu makam arabasıyla beni durağa kadar atıversin, arka koltukta yerel yerel kalkınırım olmaz mı?
Bizde adettir, bir şeyleri olumlu yapmanın, iyileştirmenin karşılığına hep başka birilerinin fedakarlığı oturtulur. Çünkü bu coğrafyada fedakarlık yapmaya hazır birileri hep vardır. Görüşünün, fikrinin bir önemi yoktur. Onlar ne düşünür, ne hisseder? Önemli değildir, seçim, sayım, askerlik, vergi dışında kimse onları hatırlamaz. Onlara “halk” da denir.
”Amele takımı değil mi boş ver, işe nasıl giderse gitsin, öyle mi? “İşçiysen şehir merkezinde oturamazsın!” değil mi? Bunu mu demek istiyorsunuz... Duyamadım, hastayım ya, kulaklarım yarım işitiyor o bakımdan…
Yaklaşık yarım asır önce sanayi bölgesi ilan edilen Çerkezköy’de şehrin trafik düzenini işçi servislerine, -kimyasal atık taşıyan tanker- muamelesi yaparak mı çözüm buldunuz? Sizi grip virüsü dolu nefesimle alnınızdan öpüyorum, aşısız kalırsınız inşallah!
Ülke ekonomisine omuz veren bölgenin çalışanlarına ve onları taşıyan yorgun ve bir o kadar eski ama emek kokulu işçi servislerine, “şehrin yükü”, “kamburu”, “fazlalığı”, muamelesi yapmak hangi hukuka, hangi toplumsal barış anlayışına sığar?
Hayatımızda yaşadığımız her türlü olumsuzluğun ve zorluğun altını kaldıracak olsak, hep bir suskunluk, sitemsizlik, boş vermişlik çıkar karşımıza.
“Sessizlik”, “sitemsizlik” yüzyıllar boyu insanlığı tehdit eden en tehlikeli virüs, ben buna “insan gribi” diyorum.
Bu gribin aşısı, hayatı yaratan insan emeğinin, maruz kaldığı doğrudan-dolaylı her türden saldırılara nasıl reaksiyon(tepki) göstereceğinde saklıdır.
Bu aşının yan etkisi yoktur. Aşının düz etkisi ise, onurluca, insanca bir yaşam sürmektir. Bu da boynumuzun borcudur.