“Nippur'dan Nuh'a Tufan Hikâyeleri” sempozyumundayım. M. Carlos Müzesi. Salon tıklım tıklım dolu. Rengârenk. Her zamanki gibi kaybolmuş bu kez bir siyahinin yardımıyla bulmuştum salonu. Alt katta, firavun mumyalarının ve Anadolu’da krallık etmişlerin mezarlarının sergilendiği salona açılan kapıyı teğet geçip merdivenlerden çıkarken, yardım istediğim siyahi kız soruyor "Çok güzel aksanınız var, hangi dili konuşuyorsunuz?” Aslında, kibarca, sen buralardan değilsin, ama bildiğim yerlerden de değilsin. Nereli olduğunu çıkaramadım” diyor. Bir an “Sümerliyim” diyecek oluyorum. Yazıyı ilk benim atalarım keşfetti. Sonra “Türküm” deyim dedim, “doğruyum”, “dürüstüm”, “çalışkanım”. Zaten geç kalmıştım, daha fazla vakit kaybetmek istemedim. "İstanbul" deyip, teşekkür ederek daldım gösterdiği salona.
Son 12 senem Türkiye’nin harita üzerindeki yerini, komşularını anlatmakla geçmişti. Gerçi İran, Irak, Suriye derken ortalama pek çok Amerikalı benim memleketimin adını duymuştu. Hiç duymayan, polis şiddeti ve sansürle duymuştu. Öyle ki, aynı binada bulunduğum yerel radyo istasyonlarındaki program yapımcısı arkadaşların bile diline düşmüştüm. Çay aralarında, yangın tatbikatı ya da meme kanserine destek gibi sosyal etkinliklerde hemen yanımda bitip, “Nasıl yani” diye benden açıklama bekliyorlar, haberi doğrulatmak istiyorlardı. Hamileler, kahkahalar derken Sansür… Hatta sanki bunca zulmün ve sansürün sorumlusu benmişim ve hükümetin sözcüsüymüşüm gibi hesap soran bile olmuştu. “Bunca zulmün, sansürün sorumlusu ben miyim ulan?” Ülkemin itibarı kişilerin itibarına indirgenmişti.
Az önce, muhtemelen, Gılgamış Destanı’nın ve Tufan’ı anlatıldığı o tabletlerden birinin yanından geçmiştim. Tablet Akadlardan kalma da olsa, bir Sümer efsanesini anlatıyordu.
Daha Isa Meryem'in rahmine düşmeden 7. Bin sene evvel. "Havva Anamız dünkü çocukken" yani. En büyük yargıca gelmiştim. Kehanet şiirimin kaynağına. Tarih'e gelmiştim. Tam yerindeydim işte. Muazzez İlmiye Hocamdan farklı neler söylenecek merak ediyordum. Alt katta kral mezarlarının sergilendiği odalara açılan koridordan geçerken henüz yayınlanmamış “Zalim Kralın Ölümü” destanımın girişi gelmişti aklıma.
“Sessiz kulelerinde ölü krallar,
Birbirlerinden habersiz yatıyorlar
Oysa bu krallar,
Ölmezden hemen önce,
Altın asaları ellerinde,
Zalim birer tanrıydılar kendi ülkelerinde…”
Çoban kuyudan ses duyar...
Yüzlerce küçük lambanın aydınlattığı loş salonda, büküle büküle ilk bulduğum yere oturmuştum. Hemen sağ yanımda, yakın doğuya ilgi duyan bir uzak doğulu vardı. Çekik ve çekingen iki göz selamlaştık. “Affedersiniz” deyip, oturdum. Bir Sümerli, Akatlı, Selçukluydum. Bir Türk’tüm. Belki de bir Japon’dum kim bilir. Uzun yıllar Çerkezköy’de birlikte çalıştığımız Sevgili Satoshi Namisashi Bey’e göre Türkler ve Japonlar aynı kaynaktan, Orta Asya’dan yola çıkmışlardı. Bizler batıya giderken, onlar doğuya yönelmişti. Bizde henüz geceyken, ay ve yıldız varken, hilalken daha, onlarda gün atmaya yüz tutmuş, kızarmış bir top gibi sarmıştı beyaz ufku güneş. Çalışkan adamlardı.
Coğrafyamızda geçen bir tarihin anlatıldığı sempozyumda, o coğrafyadan bir ben mi vardım? Kendime fahri bir temsilcilik bile yüklemiştim. Ekranda, Ölü Deniz’deki mağaralarda, şişe içine gizlenmiş halde bulunan İbranice rulolardan birisi vardı. Çobanın biri kuyuya bir taş atmış, bir şıngırtı duymuştu. Ardından herkes civardaki bütün kuyulara akın etmişti. Ekrandaki, şişeler içinde binlerce yıldır bulunmayı bekleyen kutsal yazılardan biriydi. Tevrat’ın Tekvin bölümü olmalıydı. Tufanı anlatıyordu. Taşlar gibi bunlar da oldukça hırpalanmıştı....
Soru-cevap bölümünde, Tufanın söylenilenin aksine Mezopotamya’da değil, Karadeniz’de oluşma olasılığından bahsetmiş, kendimce gerekçelendirmiştim. Ardından, Erzurum Atatürk Üniversitesi'nde çıkan bir eserden bahsettim. Bu çalışmaya göre Tufan daha kuzey doğumuzda olmuş ve Aral Denizi'ni oluşturmuştu. Sorular mı, o coğrafyadan geliyor olduğumu söylemem mi, yoksa alışık olmadıkları aksanım mı ilgi çekmişti. Bütün başlar bana dönmüştü. Heyecandan pek çok dil yapısı kuralını hiçe sayarak kurduğum cümleleri merakla bekliyorlardı. Bense bir dile yapılabilecek bütün eziyetleri sergiliyordum. Meraklı kitlenin en başında da hemen yanımdaki bayan katılımcı vardı. Sanki ben konuştukça ilgisi daha mı artıyordu ne?
Kara gözlü, sarı benizli bir kız: Akiko
Arada, kahvemi almış, masa üzerine dizilmiş kurabiyelerden bir set oluşturma telaşında iken yakalandım. O da kahvesini almış, sanki topuklu bir ayakkabıyla yüksek merdivenlerden inercesine yaylanarak bana doğru yürüyordu. Zemin düzdü.
Gözlerinde sevgi ve hayranlık vardı. Bu bir Türk dostuydu. Coğrafyamıza âşıktı. Bir yandan kurabiyeleri topluyor bir yandan konuşuyorduk. "Neresindensiniz Türkiye’nin? İstanbul’dan mı?” Bildiği tek şehir İstanbul değildi herhalde kadının. "Hayır, Kapadokya’danım" O çekik, küçücük kara gözleri büyüyor, sanki göz bebeklerinde insanımıza olan sevginin güzelliğine, Kapadokya’nın ışıltısı ekleniyordu. "Üç kez gittim” deyip başladı bildik yörelerini saymaya. Say babam say. “Neresinden?” Söylesem bilecek saki? "Kapadokya’nın Başkentindenim. Gelveri'den." “Ortodoks müziğinin ilk başladığı manastırda Hıdırellez kutlayıp yumurta tokuşturdum. İkinci Ayasofya’nın bahçesindeki ayazma suyundan çocuk avuçlarına doldurup içen bendim. Kaç bin yıllık ölü kralların günahlarını taşırım sırtımda. Binlerce yıllık Türk-Rum, Müslüman-Hristiyan hoş görüsünün kaynağından geliyorum ben, Gelveri’den."
Akiko beklide bendeki samimiyete güvenerek susmamacasına başladı konuşmaya. Konu üzerine doktora yaptığını ve özellikle yeraltı şehirlerine hayran kaldığını… O kadar heyecanlanıyordu ki, bir ara neredeyse eteğine damlattı kahveyi. Bense, iyi bir dinleyici olmanın avantajını kullanıyordum. Alelacele çıkmışım evden. Bir yandan onu dinlerken, bir yandan türlü türlü kurabiyelerden götürmekle meşguldüm. Demek, şu an bana bakan bu kara gözler, çocukluğumun geçtiği o kaya oyma evlere de bakmıştı. Yüzlerce turiste, dil öğrenebilmek, memleketimi tanıtabilmek pahasına rehberlik ettiğim o yer altı şehirlerini dolaşmış, bu ince zarif bedeniyle, benim geçtiğim o daracık tünellerden geçmişti. Onu daha bir saygıyla dinlemeye başladım. Hayranlıkla. Siyah düz saclarından dökülen lüleler neredeyse gözlük çerçevesini tamamen kapatmıştı. Bildiğim Japonca kelimelerden bir kaçını sıralıyorum. Akiko “Su” diyordu. Birde “Çay” ı biliyordu. Sonra bir kaç şey daha sıralayıp, "Say" dedi. “Bildiklerimi saydım kadın, 7 senede öğrenebildiğim bütün Japonca budur”
2 gün önce Tokyo’da olduğunu ve üniversiteden bir gurupla birlikte Fazıl Say’ın konserine gittiklerini anlatıyordu. O anlattıkça ben yerin dibine geçiyorum. Fazıl hala oradaydı. Bu siyah saçlı, sarı benizli kadın ülkemden sadece iki şeyden bahsederken aşırı heyecanlanıyordu. En sevdiklerimden iki şeyden; Fazıl Say ve Kapadokya. Birisi kültür, bir diğeri de turizm abidesi. Gel gör ki ikisi de aynı bakanlığa bağlı. O anlattıkça ben utanıyorum. Anlattıkça utanıyorum. Türklüğümden, Sümerlilerimden, Selçukluluğumdan değil, politikacılarımızın icraatlarından utanıyorum. Sanata tükürmelerinden, sosyal hayata karşı İcraatlarından utanıyorum. Kadına, bu yeni tanıdığım, memleketime hayran kadına, sansürü nasıl anlatabilirdim. Bizim aklımız almıyor, bir Japon’un aklı hayatta almazdı bunu. Ülkenin dünya çapındaki sanatçısına kafası sana uymuyor diye sansür uygula. Yerin dibine girerim anlatamazdım. Bu kötülüğü memleketime yapamazdım. Politikacılar bugün var, yarın yoklar nasılsa. Acaba Ertuğrul Günay olsa aynı şeyi yapar mıydı? Yapmazdı, haysiyetiyle durur, gerekirse istifa ederdi kanımca.
Söylenecek şey değil
Bir Japon’a söylenecek şey mi şu? ‘Fazıl Say’a ait, iki farklı konserde seslendirilecek olan üç eser sansüre uğradı. Bir gerekçesi de yok. Kasım ayındaki “İstanbul Senfonisi”, Mayıs 2015’deki “Su” ve “Yunus’un Sırtındaki Çocuk”’
Bu toprakların gördüğü ilk utanç değil elbette. Önce Genel Sanat Yönetmenliğini yapığı Antalya Piyano Festivali’nde sansüre uğradı. Sansürcüler Fazıl’ı, Gürer Aykal ile vurdu. Ardından Borusan Sanat Festivali iptal edildi. Bunun öncesinde ekonomik gerekçelerle değiştirilen, Dünya’nın en büyük kitap fuarı olan Frankfurt kitap fuarındaki sansür vardı. Şimdi de Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası.
Yaş otuz beş, yolun yarısı eder
Bakan olmak, muhafazakâr olmak sanata, insana düşman olmayı gerektirmezdi. Yeter ki vicdanınız ve bu topraklara, kültürüne, insanına saygımız olsundu. Bakan önce Cahit Sıtkı’ya bir baksın. “Yaş otuz beş, yolun yarısı eder” diyerek CHP’nin yarışmasında birincilik alan şaire ve dönemin Demokrat Partili bakanının yaklaşımına, ona nasıl el uzattığına baksın. Kendi toprağının evladını, sanatçısını İsviçre’de tedavi ettirmek için nasıl çırpındığına bir baksın bakan. İşte tarih böyle bir şey sayın bakan. Siz bakan olduğunuz için her şekilde bakabilirsiniz. Şimdi mesela 70 sene sonrasına gidip, oradan kendinize bir bakın, mesela 2084’e. Bakabiliyor musunuz utanmadan? Peki kendinizi tarihin yargıcı vicdanında görebiliyor musunuz? Bir daha bakın. İyi bakın. Çünkü tarih, unutmaz da yazarsa eğer, ve o tarih utanmaz da yazarsa eğer, hiç hoş şeyler yazmayacak. Birileri size bilmem kaçıncı dönem sülfür bakanı diyecek, sansür bakanı diyecek belki. Bilmiyoruz, bunu, icraatlarınıza bakıp tarih söyleyecek. Tablet olacak, kâğıt olup şişeden çıkacak ama söyleyecek. Er geç konuşacak tarih. Sülfürün eski tarihlerde gaz ve barut yapımında kullanıldığını da not düşelim.
Fazıl yaşayacak; Yunus gibi, Pir Sultan gibi, Nazım gibi...
Tutun Nazım'ı. O mahpusta, İstanbul’da, Çankırı’da, Bursa’da Kuvayı Milliye Destanı’nı yazarken, o dönemdeki tevkif evleri genel müdürünü, ya bırakın genel müdürü, hiç bakan adı hatırlıyor muşunuz o dönemden? Ve o güne gelindiğinde, o günde ve sonraki günlerde hiçbir politikacının esemesi okunmayacak. Sadece şiir kalacak. Sanat kalacak. Belge kalacak. Ve her yerde, Yunus’un ayak izlerini taşıyan bu toprakların Mozart’ı Fazıl hala çalıyor olacak. Acıtacak ama sayın bakanım, sizi kimse hatırlamayacak bile. Hatırlayan da hiç iyi hatırlamayacak. Ama Fazıl yasayacak. Yunus gibi, Pir Sultan gibi yasayacak. Nazım gibi yasayacak. Nazım gibi. Vatandaşlıktan da çıkarsanız, sürseniz de yurdundan bu çocuğu, mahpusa da atsanız, yasayacak. Nazım gibi yasayacak. Fazılın besteleri çalacak, size rağmen, sansürcülere rağmen susmayacak. Ve sene 2084'e gelindiğinde ve muhtemelen ben öldüğümde, sen öldüğünde, bu sülfürlü ve küfürlü anlayış ikinci kez öldüğünde, Fazıl ölmeyecek. Şairler ölmez bayım Senin sansürün bize vız gelir, tırıs gider! Biz ölmeyeceğiz anlıyor musun? Biz ölmeyeceğiz!
“Yanaşma” değil “Sanatçı”
Sansürlediğiniz ülkemin gururu bu genç, halen, bir haftaya sekiz konseri ve bir Dünya Premierini sığdırdığı Japonya’da kapalı gişe çalıyor: Tokyo, Fukuoka, Osaka, Kyoto, Okinawa… Bu yazı kaleme alınırken de Kitakami’de, muhtemelen otel odasında şuanda kendisine yapılan haksızlığı sorguluyordur belki. Size hayıflanıyordur. Sayın Say, Radikal’de yayınlanan dünkü telefon söyleşisinde soruyor: “Gerekçe ne?” diye. Ben söyleyeyim, adamlar şu mesajı vermek istiyor: “Yanaşırsan ne varsa paylaşırız, yanaşmazsan, sansürleriz, süreriz”
Yahu kuzum, zaten Fazıl size yanaşsa “yanaşma” olur, “sanatçı” değil. Başbakan yardımcılığı verseniz alacak mı sanıyorsunuz?
Sayın Kültür Bakanı Ömer Çelik, bir yurttaş olarak, kültürümüzü klasik müzik formatında dünyaya duyuran bu genç yeteneğe uyguladığınız, zaten yasal olmayan bu sansürü lütfen derhal kaldırın. Bizi daha fazla utandırmayın. Zulmetmeyin bu topraklara..
Aşk olsun Fazıl sana! Yunus'a, Nazım'a bütün evliyalara...