Eylül’dü. Yağmur yağıyordu. Almanlar tek elleri havada Polonya’ya girdi. Dünya tarihinin en büyük savaşı birazdan başlayacaktı. Emperyalistler, emperyalistlerle savaşacaktı. Kurtarıcımız çok hastaydı. Anadolu telaştaydı. Biz barikattaydık. Faşizme karşı direnecektik. Meriç ile direnecektik, Ergene'yle, Tunca'yla...
Memleketimden İnsan Manzaraları Doğuyor…
Anadolu dağlıktı. Sarptı. Bir o kadar yoksul. Nasıl karşı koymuşsak yedi düvele, öyle direnecektik. Kaz Dağları direnecekti. En yüce dağ Ilgaz diz çökmeyecek, Gönül Dağı merhamet dilenmeyecekti. Yaz kurak geçmişti. Yoktu. Yoksulluktu. Toprak yastaydı. Mehmet bu kez “beygir fışkısından merhamet beklemeyecekti.” İsmet Paşa eldeki avuçtaki buğdayı da almış camilere doldurmuştu. Mehmet aç kalmayacaktı. Savaşacaktı.
İlk günüydü Eylül’ün. Başka bir usta, İstanbul tevkifhanesinde ilk gününü düşüyordu 28 senelik cezasından. Şairdi. Orduyu isyana teşvik etmişti. Koca ordu. Bir şair. Ama ne şair. Mavi gözlü dev adam. Yeryüzünde Türkçemi en güzel kullanan adam. "Memleketimden İnsan Manzaralarının” sancılarını çekiyordu. Henüz doğurmamıştı. Orada doğuracaktı.
Döne’nin de Sancısı Tutar…
Eylül’dü. Bağlar henüz bozulmamıştı. Döne dolanıyordu. Sancısı vardı. Döne döne dolanıyordu. Radyo yoktu. Döne'nin cihan harbinden haberi yoktu. Olsa da düşünecek hali yoktu. Bir ikindi vaktiydi. Ikındı. Bir daha... Ölümü kutsayanlara inat ıkındı. Hayat vermek için ıkındı. Terlemişti. Alman tankları ilerliyordu. Bir düğünde çalarken sesine tutulmuştu. O sesin arkasına düşüp gelmişti. Muharrem'e varmıştı. “Bir bakışta yaktın beni, derdinen bıraktın beni.” Nuriye ebenin sesiyle irkildi. "Ikın bacım!" İkindiydi...
Anadolu'da baba figürü ya dost meclisinde, ya gurbette ekmek peşindeydi. Muharrem Usta da öyleydi. Gitti mi aylarca giderdi. Döne ağlardı. Hatice de ağlamıştı. Hatice'den evvelki de. Döne'den sonraki de ağlayacaktı: “Gözüm yaşı taştı gitti” diye ağlayacaktı.
Kıtlığın Ortasına Çıkıp Gelmişti.
Doğmuştu. Göbeğini kestiler. Ağlıyordu. Kundağının üstüne bir bağlama koydular. Susmadı. Babası türkü okuyuncaya kadar da susmayacaktı. Muharrem ustayı çağırttılar. En yüksek perdeden “Sende benim gibi yaralı mısın?” dedi. Adını Neşet koydular. Neşet Ertaş doğmuş, çıkıp gelmişti: "Bin dokuzyüz otuz sekiz cihana, kırtıllar köyünde geldin dediler”
Kıtlığın ortasına çıkıp gelmişti. İkinci Cihan Harbi kapıdaydı. Cinganlığın, acının tam ortasına. “Zenginsen ya bey derler ya paşa, fukaraysan abdal derler ya cingan, haşa." Bozkırın ortasına gelmişti. Toprağı yoktu. Hayvan hasıl yok. Göçebeydi. Horasan'dan göçmüş bir alevi kervanıydı onunki. Duramamıştı. Duracak yer bulamamıştı. Emanetti yurdunda. Aleviliğini hep saklamıştı.
Müziğin ortasına gelmişti. Anası saz yaptı çamaşır tokucundan. Neşet çaldı, o ağladı. Muharrem'in yokluğuna ağladı. Dört çocukla bir başına kalışına ağladı: “Gönlüm hep seni arıyor, neredesin sen” diye ağladı.
Neşet büyüdü. Cihan harbi çoktan bitmiş, mal-mülk paylaşılmıştı. Acıyı, yoksulluğu, sevgiyi uç uca ekledi. Türkü yaptı. Türküyü bağladı sazına. Bağlamasına. Gezdi Orta Anadolu'yu. Çal dediler çaldı. Oyna dediler, köçek oldu oynadı. Bozlak oldu söktü ciğerimizi. Acı oldu yaktı. Deve yavrusunun çığlığıydı bozlak. Bir üstü uzun havanın.
Zahide'yle Mustafa'nın Öyküsü:
Bıyıkları yeni terlemişti. Uzun yakalı bir mintan giydi. İstanbul'a geldi. “Cep delik.” Zahide'nin türküsünü okudu. Zahide ağa kızı. Mustafa yetim. Mustafa öksüz. Mustafa çırak durmuş bir ağanın yanına İbrahim derler. İbrahim'in kızına vurulmuş; Adı Zahide. Asker olmuş Mustafa. Teskereyi beklerken haberi gelmiş: "Zahiden haftaya gelin oluyor." Zahide’de Mustafa’sına seslenmiş: “Sevda çekenlere zor gelir gurbet, gece gündüz elim kalkmaz işime.” (*).
İstanbul Karşılık Ver Aşkıma!
İstanbul. Kaç padişah eskitmiş o koca şehir. Zeki Müren'in afişleri her yanda. Zeki viski yudumluyordu, bizimki "ırakı". Zahideyi ‘çığırırdılar’ birlikte. Neşet Mustafa oldu. Neşet, Mustafa.
"Zahide kurbanım n' olacak halim, gene bir laf duydum kırıldı belim"
Bizim senfonilerimizi söyleyecekti. İstanbul karşılık vermedi aşkına. Ankara kucak açtı. “Güzel Ankara.” Köyden şehre göç ustada şekillendi. "Avaz avaz" olan bozlak "iniltiye" dönüştü. Haftada iki gün Yurttan Sesler’de çaldı söyledi. Akşamları pavyonda. Hem köy odalarına, hem şehre göçün kalbine oturdu. Onun türküleriyle süzüldü kızlar. Onun türküleriyle karıldı harçlar. Bir kıza tutuldu. Pavyon kızına. Babası "olmaz" dedi. Evlendi. Üç çocuğu oldu Leyla'dan. Meşhur oldu. Mutsuz oldu. Parmakları felç oldu.
Almanya Acı Vatan.
Derman Almanya'dır dediler, Almanya acı vatan. Kasetleri korsan sattı memleketinde, o gurbette ekmek derdinde. Gurbetçi düğünlerde çalıp söyledi. Almanlar sahip çıktı. Hocalık verdiler, pasaport, maaş... Kendi devleti öylesine habersizdi ki koca ustadan, yaşarken 'rahmetli' oldu. Gönül adamıydı. Yandı tutuştu. "Gurbet taştı yürekte. Mutlu olanını görmedi." Sevdiği kızın adını kaçırmıştı da ağzından, ”yazman gurban olurum, sevda sır ilen olur” deyivermişti. Kırkı aşkın aileye düzenli para gönderdi her ay. Sevdası gibi sakladı bunu.
Oku dediler, Almanlara bozlak ‘çığırdı’. Anadolu bozkırını ne kadar beğenirlerse, o kadar beğendiler. Türküsü, Çorum leblebisi olup düğümlenmedi boğazlarına. Taş olup oturmadı. Hangi dil “ana” dilin şefkatini verebilirdi? Döne'den sonraki üvey anaları verebilmiş miydi ki?
Ağla Sazım Ağlanacak Zamandı.
Sonlarıydı Eylül’ün. “Ağla sazım ağlanacak zamandı." Yüreklerimize basıp gitti salına salına. Ağıt oldu. Bir gün arayla, 17 sene sonra bir gün arayla, "hani ey gözyaşım akmayacaktın" diyen Zeki ustadan. Neşet Ertaş’ın üstünden politika yaptılar, cüceler el attılar salına…
Eylül bitmedeki bu yazım bitsin. Bir kara haber de Sürü filmindeki Hamo’dan geldi. Ramiz dayı Tuncel Kurtiz “buraya kadarmış yeğen" dedi ve gitti. Neşet ustamı daha geçen yolcu etmiştik babasının ay ucuna, Gönül Dağı’na. Şimdi gene mezar kazıyoruz Kaz Dağları’na. Yılmaz gibi Eylül’ü mü beklemiştin be dayı? Boşuna dememiştin: “Bir gün ölürsem eğer, Yılmaz Güney’i göresim geldiğindendir” diye. Daha bir gece evvel, Fatih’te bir kostümcüde neşeyle söylüyordun:
“Bahçe duvarından aştım, sarmaşık güllere dolaştım, öptüm sevdim helalleştim, yanıyorum hele.”
Eylül gelip dayanmıştı kapıya. Yapraklar bir bir düşüyordu. Bozkırda tek tük kalmış ağaçlar üşüyordu. Ben üşüyordum. Bu ne kara, bu ne soğuk Eylül’dü böyle.
Hoşçakal Ramiz dayı. Hoşçakal Hamo! Ustalara selam söyle.
Neşet Ertaş'ın doğumu canlandırılmıştır. Bu yazı, Eylüllerde yitirdiğimiz bütün ustalara, canlara armağan olsun.
(*Kaynak: Doğuş Gazetesi 8.sayısı Ekim 1973 )
01 Ekim 2013, 15:13
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.