"Milli Mücadelemizin büyük önderi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kurucusu, ilk Cumhurbaşkanımız, ulu önder Atatürk'ü ölümünün 76.yıldönümünde saygı, şükran ve rahmetle anıyorum.
Kara Tahta Başında(Manevi Kızı Ülkü Adatepe’den Bir Anı)
Arkamda büyük bir kara tahta vardı. Atatürk “Kalk bakalım genç profesör tahtaya dedi. Tahta başına vardığımda bana üç kelime yazdırdı. “Su, tuz, deniz? Şimdi bu üç kelimeden Türkçe’de, Fransızca’da, Almanca’da kaç cümle yapılabiliyordu? Böyle bir soru ile hiç karşılaşmamıştım. Şaşkınlığım geçince aklıma gelen cümleleri sıralamaya başladım.
1) Denizin suyu tuzludur.
2) Suyu denizin tuzludur.
3) Tuzludur denizin suyu.
4) Suyu tuzludur denizin.
5) Denizin tuzludur suyu.
Şimdi bu üç kelimeden Fransızca’da ve Almanca’da ancak ikişer cümle çıkarılabiliyordu. Atatürk sordu. Bu durum Türkçe’nin lehine mi, aleyhine mi? Hafif bir irkintiden sonra dedim ki “Efendim, bir bakıma bu bir söyleyiş zenginliğidir.? Çünkü kurduğumuz beş cümle arasında küçük farklar vardır; bu bir çeşit nüans zenginliğidir? Atatürk “evet ama? dedi “Bunun büyük bir sakıncası var? Sonra ilave etti. “Milletlerarası antlaşmalar niçin Fransızca yazılır? Doğrusu bu soruya da hazır değildim. Fransa’nın büyük bir devlet oluşu buna neden olabilirdi. Atatürk “hayır? dedi. “Fransızca öyle bir dildir ki kelimelerin cümle içerisindeki yeri sağlamdır. Bu sebeple Fransızca bir metin yıllar sonra okunsa daima aynı anlama çıkar? İlginç bir görüştü bu.
Meyhanecinin Çocuğu
Atatürk Trakya gezisi sırasında Kırklareli’ndeki bir ilkokula da uğramış, sınıfları geziyordu. Öğrencilerin birinin Önündeki kitapta şaha kalkmış at resmi vardı. Atatürk çocuğun önünde durup sordu:
-Bunlar nedir?
-Şaha kalkmış atlar…
-Atlar şaha kalkar; peki güzel. İnsanlar da kalkar mı?
Çocuk Atatürk’ü süzdükten sonra hiç ürkmeden şu cevabı verdi:
-İnsanlar zaten şahtadır, kalkmaz.
Çocuğun bu zekice cevabı Atatürk’ün çok hoşuna gitmişti.Gülümseyerek,Aferin..dedikten sonra kimin çocuğu olduğunu sordu.Çocuk:
-Meyhanecinin…deyince Atatürk daha çok keyiflendi:
-Tevekkeli :meyhaneci çocuğu böyle zeki olur…
Atatürk Sünnet Düğününde
Atatürk bir yaz gecesi Acar motoru ile Boğaz’da gezintiye çıkmıştı. Kalınca önlerine geldiler. Yalılardan birinin bahçesi renkli elektik, krepon kağıtları ve çiçeklerle donatılmıştı. Anlaşıldığına göre orada büyük bir topluluk eğleniyordu. Acar motorunun gürültüsünü duydular. Kadın erkek, çoluk çocuk alkışla sevgi gösterisinde bulundular. Atatürk çok duygulandı, yalıya yanaşılmasını emretti.
Bir sünnet düğünü vardı. Bir vatandaşın mutlu bir gününe katılmaktan doğan sevinç, Atatürk’ün yüzünden açıkça okunuyordu. Sünnet olan çocukların ve anne ile babanın göğüsleri sevinç ve övünçle doldu. Herkesin yüreğini bir neşe kapladı. Ortalığı bir bayram havası sardı. Atatürk ayrılacağı sırada çocukların babasını çağırdı. Bir çek uzattı:
-Burada uğrayacağımızı bilmediğimiz için hazırlıksız geldik, dedi, yarın bankaya uğrar, sonra benim adıma çocuklara birer armağan alırsınız.
Baba çeki saygıyla aldı :
-Atam, dedi, alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu çek değerinde olamaz. İzin verin, biz bunu çocuklarımızın sonsuz bir övüncü olarak saklayalım.
Bu ince düşünüş ve tek gözlülükten son derece duygulanan Atatürk:
-Peki! Siz bu çeki saklayın; ama yarın bankaya uğrayın ve çocukları benim adıma sevindirin! diyerek ikinci bir çek verdi.
4 bin Askerle Roma’ya Girerim
Seyfettin Bey, İtalyan sefiri ile Atatürk arasında İtalyanca tercümanlık da yapmış. Konuşmaların bir kısmını mükemmel bir İtalyanca ile anlattı. “Mussoloni bütün dünyaya meydan okuyordu. Rodos adasına 40 bin asker yığmış. İzmir’i istiyor bizden. İtalyan sefiri Povli Atatürk’ün yanına geldi. Atatürk gece adamıydı. Bana ‘Sor bakalım niye geldi?’ dedi. O da ‘Eğer 4 ay içinde İzmir’i bize vermezsen, zorla alacağız’ diye cevap verdi. Atatürk, ‘Ben yarın cevap vereceğim’ dedi. Ben İtalyan sefirine, ‘Yarın sabah 9′da gel. Atatürk cevabını o zaman verecek’ dedim. İtalyan sefiri ertesi gün sabah 9′u çeyrek geçe geldi. Atatürk işaret parmağını kaldırarak İtalyan sefirine ‘söyle o koca herife, o 40 bin askerle İzmir’i alamaz ama ben 4 bin Mehmetçik’le Roma’ya girerim.’ dedi.
Nif’te bir İhtiyar
Atatürk, İzmir’e gelişlerinden birinde, açık bir otomobille Nif’e gider. Yolda şoför yolu şaşırır. Orada çift sürmekte olan bir ihtiyara yolu sormak için seslenirler. İhtiyar gelir, gözlerini Atatürk’ün gözlerinin içine dikerek hiçbir şey söylemeden öylece durur. Bu hal üzerine Atatürk sormuş?
‘’ - Ne bakıyorsun baba gözüme
- Sen Gazi Paşamız olmayasın?
- Evet, ben Gazi Paşayım
- Dur, evvela ben senin ayağını öpeceğim.’’
İhtiyar, arabanın kapısını açar Atatürk’ün hem ayağını hem elini öper.
Atatürk, yolu şaşırdıklarını söyler. İhtiyar tarif eder. Atatürk’ün, Salih Bozok’a ‘’Salih babaya bir şey ver de çocuklarına hediye alsın’’ demesi üzerine, Salih Bozok, 300 TL civarında bir parayı ihtiyara uzatır amma, İhtiyar, Salih Bozok’un eline vurarak Atatürk’e döner ve şöyle der:
‘’Paşam, bu ne, sen bize vatanımızı, ırzımızı, namusumuzu, dinimizi, bütün varlığımızı hediye etmiş bir adamsın birde üstüne para mı veriyorsun? Beni bu kadar küçük mü gördün sen?
İhtiyar’ın heyecanla söylediği bu sözler Atatürk ve yanındakilere çok tesir eder, gözleri yaşlarla dolar. Atatürk ‘’ Salih adresini al babanın çocuklarını Ankara’ya götürüp orada okutalım’’ diyerek, İhtiyar’a döndü;
- Çocuklarını ben okutacağım, Allah ömür versin’’ der ve oradan ayrılır.
Ezan
Hasta günlerinde bir akşam, Dolmabahçe önünde demir almış olan Savarona’nın güvertesinde, hasır koltuğunda güneşin batışını seyrediyordur. Ufuk, minarelerin arkasında kıpkızıl bir renk almıştı. İstanbul camileriyle ateşten bir fona yaslanmış gibiydi. Füreya Atatürk’e son okuduğu kitabı getirmiş yanı başında oturuyordu.
‘’ Söyler misiniz bana bir Münir çalsınlar,’’ dedi Atatürk. Yaveri koşup gramofona bir taş plak koydu. Az sonra, minarelerin birinde yanık sesli bir müezzinin ezanı duyuldu. Atatürk başıyla işaret verdi. Plağı susturdular. Hepsi huşu içinde ezanı dinlediler. Füreya, başını öteye, camilerden yana çevirmiş olan Atatürk’ün göz pınarlarında yaşların biriktiğini gördü, Bir damla süzülmüş, yanağından aşağı akıyordu. Atatürk, uzun müddet yanındakilere doğru dönmedi. Nihayet hem ezan bitmişti, hem o kendini toparlamıştı.
‘’ Ne yazık ki ezanı tekrar ettirmemize imkân yok, Füreya’nım.‘’ dedi yumuşak bir sesle.
‘’ Sabah ezanını bekler, hep birlikte dinleriz Paşam,’’ dedi Füreya Hanım.
‘’ Siz o saatte mışıl mışıl uyuyor olursunuz. Ben yalnızlığımı ancak….’’ Sustu, lafın gerisini getirmedi.
Hala Uyanamadık!
İzmir kurtulmuştur, çok tatlı bir yorgunluk, Ankara’ya hareket edecekler. Trene binerler
kompartımana çekilirler. Ertesi gün yaveri kompartımanın kapısını çalar Atatürk’ün,
yorgun, bitkin bir halde kapıyı açar. Yaveri “Paşam bu ne hal hiç uyumadınız herhalde niye böylesiniz?”der.
“Ya çocuk kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşsunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı, setremi yastık yaptım üşüdüm. Ben de uyumadım kalktım” der.
Yaveri; ”aman paşam! Birimize haber vereydiniz hemen size bir yastıkla battaniye getirirdik” der. Ve bir ülke kurtarmaktan dönen komutan tarihi bir cevap verir;
“Geç fark ettim hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize kıyamadım. Önemli olan benim uyumam değil, milletimin rahat uyuması.”
Çankaya Köşkü’nde Bir Akşam (Manevi Kızı Sabiha Gökçen’den Bir Anı)
Onun manevi kızı olmanın gururunu taşımak, onunla aynı yerde yaşamak mutluluğunu tatmak ve onun gözyaşlarına tanık olmak... Hem de bir kaç kez... İşte Atatürk’ün manevi kızlarından olan, Dünyanın ilk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen’in anılarından Atatürk’ün gözyaşları...
Yıl 1934... Çankaya Köşkü’nde bir akşam... Atatürk’ün sofrasının müdavimi konuklar... Masanın önündeki saz heyeti, Atatürk’ün sevdiği şarkıları söylemekte... Sabiha Gökçen, o sıralar 20 yaşlarında ve her zamanki gibi, “Paşa Baba”sının yanı başında, sofrada... Atatürk’ün yakın arkadaşı Kılıç Ali ve Başyaver Salih Bozok da aralarında... Sohbet derin... Memleket meseleleri tartışılıyor... Atatürk çok neşeli...
O sırada, saz heyeti Selahattin Pınar’ın “Gel Gitme Kadın” şarkısını çalıp söylemeye başlar... Birden Atatürk durgunlaşır ve susup şarkıyı dinler... Paşanın ani hüznünü fark eden masadaki konuklar, kadehlerini, çatallarını usulca bırakıp, susar. Atatürk başını tabağa eğer, gözlerinden yaşlar süzülür ve göğsüne doğru akarak, gömleğini ıslatır. Bu onun, konukları yanında ilk ve son ağlayışıdır.
Salih Bozok, saz heyetine “kesin” anlamında işaret verir... Kılıç Ali de, konuklara da aynı işareti yapar... Gökçen, gözleri dolu dolu, Atatürk’ün ağlayışını izlemektedir. Az sonra, saz susar ve çekilir, masadakiler sessizce kalkıp gider, Atatürk tek başına kalır... Bir sigara yakıp bahçeye çıkar, saatlerce yürür...
O gece, gözünü bile kırpmayan Gökçen, Atatürk’ün niçin ağladığını ve “Gel Gitme Kadın” şarkısının onu, neden bu kadar duygulandırdığını çok merak eder... “Yoksa bu büyük insan, kalp hazinesinde, çok geride kalmış, yılların küllendiremediği bir aşk masalı mı saklamaktadır...”
Gökçen ertesi sabah Atatürk’ün odasına gider ve çekinerek konuyu açar:
-Paşam, dün gece “Gel Gitme Kadın” şarkısı çalınırken çok müteessir oldunuz... Hatta, yanılmıyorsam, ağladınız da...” diyecek olur.
Atatürk, ondan bir sigara ister ve susar... Sonra Gökçen’i ve yaverlerini alarak, araba gezintisine çıkar... Saatler sonra ve ansızın, Gökçen’e dönerek, sabahki sorusunun cevabını, sırrını kendine saklayarak manevi kızına verir:
-Unutma ki, Mustafa Kemaller de insandır! Onlar da bazen ağlamak ister!
Ebedi Şef’e
Ebedi Şef’im;
Samsunda yaktığın ve tüm dünyayı saran, Türk’ün, Türkiye’nin egemenliğine düşman olanı cayır cayır yakan kutsal ateşin, bugün yine tüm hararetiyle yanmaktadır. Bu büyük kurtuluş, ilerleme, aydınlanma, bağımsızlık ve egemenlik ateşi sonsuza kadar yanacak ve ellerimizde yükselecektir. Onu söndürmeye çalışanların karanlık dünyası, bir kez daha ve sonsuza kadar kararacaktır. Biz bu ülkeyi kanla kurduk; dolayısıyla “kan” bizi korkutacak en son şeydir! Ölümsüz Türkiye Cumhuriyeti’nin garantisi; kanını, canını düşünmeden feda etmeye hazır milyonlardır.
Hiçbir şey değişmedi; düşmanlarımız yine aynı, engeller yine aynı… Ama gücümüz, inancımız, ışığımız ve heyecanımız da aynı… Ne demiştin sen? “Geldikleri gibi giderler!” Evet, sonuç da aynı olacak… Biz “geçen zamana nispetle daha çok” çalışmadık yıllardır ama şimdi tekrar durmadan çalışmak üzere and içmiş yeni bir güruh yarattık. Bizi çeşitli isimlerle anıyorlar; ulusalcı, dip dalga, Kuva-yı Milliye… İsim ne olursa olsun, biz; senin yolundan asla döndürülemeyecek, zafere, yüksek hedefe kilitlenmiş, aydınlık vatansever Kemalistleriz! Ve her ne olursa, kim olursa olsun, bu yolda karşımıza çıkacak olanları yakıp geçecek ateşten alıyoruz gücümüzü! Sana bir kez daha teşekkürler paşam!
Doğum günün kutlu olsun…
Kurtuluşumuzun doğum günü kutlu olsun…
Yeni kurtuluşumuz kutlu olsun!
10 Kasım 2014, 16:46
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.